31 Aralık 2010 Cuma

2011..



sevdiklerinizin hep yanı başınızda olacağı, onlara her daim yeterli zamanı ayıracağınız

size sıkıntı veren her ne ise onu veya onları hayatınızdan çıkarıp yepyeni ve güzel başlangıçlar yapacağınız

tercihen zor kararlar vermek zorunda kalmayacağınız ama velev ki böyle bir durumla karşılaştınız; seçtiklerinizin vazgeçtiklerinizden değerli olduğu ve dolayısıyla pişmanlık yaşamayacağınız

sağlıklı, mutlu, huzurlu, başarılı, bol kazançlı ama hepsinden önemlisi umudunuzun hiçbir zaman eksilmediği bir yıl dileğiyle..

nice senelere..

26 Aralık 2010 Pazar

KEnDİ gibi olabilmek mesele..



"gelir dalgın bir cambaz
geç saatlerin denizinden
üfler lambayı
uzanır ağladığım yanıma..
geçer sokaktan bakışsız bir kedi kara
çuvalında yeni ölmüş bir çocuk
kanatları sığmamış.."


"seni çok iyi yerlerde göreceğiz, ben buna eminim" diyen ses var şu sıra kulaklarımda.. her yöne çekilebilecek kelimeleri seçmeyi iyi bilir, "huyudur" diyip gülümsüyorum usulca.. "çok iyi yerlerde göreceğiz" demekten kastı "en kaliteli laminant parkede sürünmem" de olabilir pekala!

vazgeçiyorum, o bilmiyor..

derken başka bir ses başka bir görüntü beliriveriyor.. iki eliyle omuzlarımdan sımsıkı tutmuş bana "demoralize olma" diyor.. çabalamam gerektiğini söylüyor ve ekliyor: "güçlü ol!"

o kadar yoruldum ki güçlü olmaktan! o da bunu bilmiyor..

peki ya ben?

bense hiçbir şeyi bilmiyorum artık.. ne yapmam lazım? hangi yöne gitmeliyim? gerçekten istediğim ne veya kendi mutluluğum için neyi istemeliyim?

işaret bekliyorum her zamanki gibi.. biliyorum, geleceğinden asla emin olamayacağım bir işareti beklemekle aslında ben iflah olmaz bir deliyim!

bugüne kadar nasıl yön verdiyse hayatıma, nasıl esirgediyse koruduysa beni, olabilecek en az hasarla nasıl çıkardıysa yangınlardan bu sefer de bir işaret yollayacaktır biliyorum.. buna bütün kalbimle inanıyorum..

pencereden bakıyorum.. şapşal bir kedi tel örgünün üstüne çıkmış.. öyle çok yavru sayılmaz ama pek büyük de denilemez hani.. incecik yerde yürümeye çalışıyor.. ip üstündeki cambaz misali.. "atla" diyorum içimden "nasıl olsa dört ayak üstüne düşeceksin, benim gibi değilsin sen!" ama o atlamıyor.. büyük bir sabırla ve attığı adımlara dikkat ederek yürümeye devam ediyor.. ha düştü ha düşecek derken tel örgünün bitişi bir çardakla birleşiyor.. sonra bizim kedi kendini kolayca düze çıkarıyor..

bir işaret mi bu şimdi? bilemedim.. ama düşününce..neden olmasın ki?! biliyorum, yeni yıla radikal kararlarla girmeli..!

NOT: gerçi biliyorsundur ama ben yine de söyleyeyim dedim, daha büyük ve daha gözüme sokarcasına göndereceğin bir işareti dört gözle beklediğimi.. şey bir de azıcık çabuk göndermeni rica etsem çok şey istemiş olmam heralde di mi? :)

25 Aralık 2010 Cumartesi

CAN'ıma..


21 yıl önce bugün kendimi bir anda abla oluvermiş bulduğum gibi, o da bulsun istiyorum ansızın beni! hayatıma giriversin hiç beklemediğim bir anda, tıpkı kardeşim gibi.. sanki benden alıp götüreceklermiş gibi sıkı sıkı sarılayım ona da, sımsıkı tutayım onun da ellerini.. CAN'ım kadar seveyim onu da istiyorum.. vazgeçilmezim olsun o da benim, "o'nsuz olmaz" diyeyim.. bazen bir damla huzur için başımı boynuna gömeyim, bazen de benimle uğraşmasını hem gülerek hem de ucundan azıcık sinirlenerek izleyeyim..

"canın çok mu acıyor?" diye sorsun o da, başımın altına en yumuşak yastığı koymaya çalışıp bir yandan da ıslak yüzüme nemli ve endişeli gözlerle bakarken.. "şşşşşş tamam" desin o da hıçkırıklarımın arasında banyoda yüzüme su çarparken..

"öpiiiimmmm mmiiii" diye karşılayayım onu da kapıda.. gülerek girsin evden içeri.. "sen seviyorsun diye çikolata aldım ama yolda dayanamayıp yarısını yedim" desin mesela o da.. ben güleyim bu sefer.. deli gibi sevineyim "beni düşünmüş" diye, yarısını çoktan midesine indirmiş olsa bile..

abla oldum ben bundan tam 21 sene önce.. abla olmak benim seçimim değildi.. dediğim gibi, kardeşim hayatıma ben daha ne olduğunu anlayamadan bir anda girdi.. ama ne mutlu ki hayatımda olduğu için, abla olduğum için pişman olduğum tek bir saniyem geçmedi.. (ve evet o'nun için de pişmanlık duyacağım tek bir saniyem olsun istemiyorum tahmin edebileceğiniz gibi)

o yüzden şimdi diyorum ki: "iyi ki doğmuşsun CEVCÜT'üümm, iyi ki abla yapmışsın beni!"

22 Aralık 2010 Çarşamba

sakla yamalarını kalbim..


sığındığınız limanın artık sizin için limanlığa vakit ayıramayacağını hissettiğinizde.. sırf bu yüzden her şey üstünüze üstünüze gelirken ve siz içinde bulunduğunuz durumdan boğulurken geminizi ona çekemeyip öylece bir köşede beyhude yere denizin durulmasını beklediğinizde..

öncelik listesinin üst sıralarında başladığınız (en azından sizin öyle zannettiğiniz veya farz etmek istediğiniz) serüvende son sıralarda bir yere gerilediğinizi fark ettiğinizde..

her şeye rağmen kendinizi karşınızdakinin yerine koyup onu haklı çıkarabilmek, onu anlayabilmek için kendi kendinize bin bir bahane üretmeye yeltendiğinizde.. ve bu bahaneler size korkutucu bir şekilde tanıdık geldiğinde, geçmişten yine yeni yeniden nefret ettiğinizde.. bu nefreti kimseye yansıtamayacağınız için kendinize yöneltip kendinizden soğur hale geldiğinizde..

"yok, bir daha kimsenin beni ağlatmasına izin vermicem" diye kendinize söz verdiğiniz halde gözlerinizden süzülenleri engelleyemediğinizde..

ne yaparsınız?

ben bunları düşününce daha da çok ağladım.. ağladıkça açılmıyor insan, bir kez daha anladım!

19 Aralık 2010 Pazar

sevgili kış..




seni sevebilmek için bahaneler üretmeye çalışıyorum kendi kendime.. güzel geçmemenin sebebini seni sevemememle ilişkilendirdiğimden dolayı seninle ilgili yazılmış şiirlere bakıyorum mesela, belki fikrimi değiştirebilirim diye..

* "kar ayrılık hüznüdür ve ne çok
ayrılıklar yaşandı şu son birkaç yılda.."
diye yakınıyor ahmet telli, haksız da sayılmaz hani.. bir de murathan mungan'dan dinleyelim bakalım seni:


* "kış başlıyor sevgilim
iyi bak kendine
gözlerindeki usul şefkati
teslim etme kimseye, hiçbir şeye
upuzun bir kış başlıyor sevgilim
ayrılığımızın kışı başlıyor
giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.."
demiş o da,

yaz aşkları için de kabus bir mevsimsin anladık.. neyse devam edelim belki başka bir şeyler çıkar karşımıza avutmalık:

* "kadın beyoğlu'nun bir kış akşamında, üstündeki deri montun sahibine küs, soğukluğundan muzdarip yürüyordu.. adam da.. yürümek hiçbir şeyi çözmüyordu, bazı aralık akşamlarında..

parmağında yaralı bir öyküyü taşıyordu adam.. kadının yüzünde bir hüzün.. hüzünlü aralık akşamında bir yüzük.. yüzüğün yüzünde dünya güzeli bir kadının kehaneti... soğuğun ve karanlığın vehameti!"
diyor yılmaz erdoğan.. diğer tüm şairler gibi, onun için de pek iyi şeyler getirmemişsin anlaşılan!

yok böyle olmayacak, şiirlerden olumlu bir şey çıkarmak ne mümkün! seninle ilgili sevdiğim ne var diye düşünüyorum.. hımm sahlep var mesela, kestane kebap var.. bir de tabi ki boza! bütün pisliklerin üstünü örten o masum güzelliğini de seviyorum aslında ama ah bir de o ardından kalan çamur olmasa! zaten kırk yılda bir yağıyor yağarsa.. bir şey itiraf edeyim mi? hiç çekilmezsin bunlar da olmasa!

kışı seven insanlar neden seviyor acaba diye bir bakınmaya karar verdim en son..
"sevgili gerçekten sevense eğer, soğuyan elleri uzatıp sadece "üşüdüm" demek kafidir. sevgilinin ellerimi alıp kalbinde ısıtmasını hediye getirir kış her geldiğinde.." demiş biri.. heh işte bu oldu sanırım, yüzümde bir gülümseme şimdiden belirdi!

"eyy karadut! ilk hedefin eldivenlerini atıp üşüyen ellerini sevgiline uzatmak" diyor içimdeki küçük cansu'lardan en muzur olanı! "kalbinde ısıtsın ama" diyor en romantiği.. "sadece ellerim üşümüyor ki ama benim" diyor en yaramazı!

volkan konak var fonda: "bir yemincuk yapsana da sen benum olduğuni...." seviyorum bu adamı! tamam tamam seni de tüm soğuğuna ve sevimsizliğine rağmen sevmeye çalışıyorum işte.. e çabalıyorum en azından canım, gelme üstüme! :)

15 Aralık 2010 Çarşamba

Bir Varmış Bir Yok...


Şekerden bir ev hayaliyle çıkmıştım yola.. Yürürken, beni bulasınız diye kuru ekmek kırıntıları da bırakmıştım aslında.. Ama dönüp arkama baktığımda, kuşların kırıntıları yediğini gördüm.. Adettendir diyerek bir dilek tuttum, yürümeyi sürdürdüm..

Az gittim uz gittim.. Bilmiyorum şimdi nerdeyim, tuttuğum dileğin hangi köşesindeyim.. (Hatta daha da beteri herhangi bir yerinde miyim?!)

Hani olur ya, bazen insan lüzumsuz hisseder hayatını, kendini.. Size de olur mu bilmem, hani eksilseniz hiçbir şey değişmeyecekmiş gibi.. Bir nevi matematikteki etkisiz eleman vaziyeti..

Ormanın neresindeyim hiç bilmiyorum.. Şekerden evime daha çok var mıdır? Beni bir yerde bekleyen şekerden bir ev gerçekten var mıdır? Doğru yolda mıyım? Bu yol nereye çıkar ya da aslında nereye çıkmalıdır?

Ben bir ışık ararken çöküverdi karanlık.. Sisli, puslu şimdi ortalık.. Kurtlar pusuda biliyorum, kaçmaya mecalim yok.. Kalıp dirensem neye yarar, nereye kadar?! Uluyorlar, seslerini duyuyorum.. Korkuyorum.. "Beni bulun" diyorum, yardımınızı istiyorum.. Oysa sesim size ulaşamaz biliyorum.. Yazılıp sahibine hiç verilememiş bir mektup gibi umutsuz, açılmayan bir telefon gibi kırgın öylece duruyorum..

Beni bulun diye attığım ekmekleri zaten kuşlar yedi.. Dursaydı o kırıntılar ve siz buna rağmen gelmeseydiniz daha da kötü hissederdim kendimi.. (Böyle olması daha hayırlıymış demek ki)

Uluma sesleri yakınlaştı, kulaklarımı ellerimle kapatırken bir yandan da sımsıkı yumuyorum gözlerimi.. Düşünüyorum da, ha ben eksik ha ben fazla ne fark eder ki, öyle değil mi?!..

11 Aralık 2010 Cumartesi

tabii ki ben böyle olduğum için bahar..


"burada yağmur yağıyor
aralıksız yağıyor günlerdir
ama sen yine de şemsiyeni
almadan gel ilk otobüsle.."


sizi bilmem ama ben, ilkbaharı hiçbir mevsime değişmem!

"bütün bir senen nasıl geçiyor" diye soracak olursanız, "bekleyişle" derim..

her sonbahar gelişinde sarı sarı yapraklarla kuru dallar arasında aklıma gelen tek şey ilkbahardır benim! kışın soğuktan donarken de, yazın sıcaktan pişerken de..

tabiat kanunu gereği hepsinden teker teker geçsem bile, aldatmam onu hiçbir mevsimle..

oysa daha ne çok var gelişine.. bir çocuğu avutur gibi konuşuyorum kendimle "yatcaz kalkcaz yatcaz kalkcaz bir de bakmışıııızz gelmişsin bile"

bir an evvel gel istiyorum!

döktüğün onca yapraktan, baş ettiğin rüzgarlardan, göğüs gerdiğin soğuklardan sonra yeniden çiçeklenebilmeyi, hayatı her şeye rağmen tüm sevecenliğinle kucaklayabilmeyi anlat bana tüm içtenliğinle!

gel de bembeyaz kağıtlara çizeyim kalbimdekileri.. hayata yeniden gülümseyen ağaçlarına, gül dallarına bağlayayım kırmızı kurdeleleri!

gel ki yeniden doğalım birlikte her sene..

bardaktan boşanırcasına yağıyor yağmur bugünlerde.. ama senin yağmurların gibi narin ve yumuşak değil ki! olabildiğine sert, insanın canını acıtmak istermiş gibi.. sıcak da değil üstelik.. soğuk, çok soğuk!

özledim senin yağmurlarını hissetmeyi, şemsiyeyi bir kenara fırlatıp altında doya doya ıslanabilmeyi.. bu yağmurları izlemek dahi keyifli değil halbuki!

bir an evvel gel, daha fazla özletme kendini! seni bekliyorum, aklımda şairin dizeleri:

"yağmur yağar akasyalar ıslanır
ben yağmura deli, buluta deli
bir büyük oyun yaşamak dediğin
beni ya sevmeli ya öldürmeli!"


ha bu arada, gelirken yanına yaşam enerjimi almayı unutma e mi!

seviyorum seni..

4 Aralık 2010 Cumartesi

o yol ki yara bere içinde komadan bırakmıyor hiçbirimizi..


yemek çok sıcaksa üflerdi annem yedirmeden önce, yakmasın diye dilimi.. tentürdiyotla ıslatılmış pamuğu yaralarıma değdirirken yine üflerdi, canımın acısı hafiflesin diye.. hafiflerdi de.. tılsımlı bir şeydi sanki onun nefesi..

"babaaaa enimiinee yapar mısın?" derdim bir yerim ağrıdığında.. bir yandan sırtımı sıvazlarken bir yandan mırıl mırıl mırıldanırdı babam tılsımlı sözleri.. çook sonraları öğrendim, aslında "elim iyiliğe" dediğini..

küçükken böyledir.. bütün ağrılarınızın, acılarınızın ilacı aileniz olabilir gibi gelir..

büyümek en çok bu yüzden acıtır işte! size yaratılan, sizin sonuna kadar inandığınız tılsımlı ve korunaklı dünya siz büyüdükçe yerle bir oluverir..

babanızın "elim iyiliğe" demesini saçma bulmaya başlarsınız.. en nihayetinde çocuk kandırmak için uydurulmuş bir şeydir.. annenizinse yemeklerinize üflemesine gerek bile yoktur artık çünkü diliniz eskisi kadar hassas değildir.. alışmıştır o da yanmalara, tıpkı sizin gibi..

yine de insan özlüyor öyle değil mi? hani şöyle uzatsam diyor kalbimi.. üflese annem tıpkı küçüklüğümdeki gibi.. acısı hafifler mi ki?!

1 Aralık 2010 Çarşamba

sobe!


olur da bir gün gözlerini yumarsan..
1'den başlayıp istediğin yere kadar sayarsan..
hani sağın solun önün arkan..
fazla uzaklara kaçmam, kaçamam..

çünkü masumum ben sana..

tül perdenin arkasına saklanacak kadar.. orada beni bulamayacağını umacak hatta kim bilir belki de için için beni kolaycacık bulmanı isteyecek kadar masum..

şeffafım ben sana..

o perdenin ardından sana bakarken gözlerim, bil ki kendimi en fazla bu kadar gizleyebilirim!

deme sakın "en nihayetinde bir perde işte, bu kadar anlamı mı olur?!"

benimki gibi saklanmak için kullanırsan mesela "çocukluk" olur..

açılır perde, "oyun" olur..

gün ışığının süzülmesine izin verirse ipeksi kanatları, "umut" olur..

pencerelerde beklerken sevdiğini, "sırdaş" olur..

sıkı sıkı örtünce görünmesin diye evin içi, "mahrem" olur..

"açma pencereni, perdeleri çek!" der şair, "engel" olur; "keder" olur..

küçük kız saçına takar, "gelin" olur..

ve perde iner, "final" olur!

şimdi bekliyorum tül bir perdenin ardında..
sen beni bul da, artık ne olursa olur!

21 Kasım 2010 Pazar

kul kurar kader gülermiş..


"nasıl gidiyor" diye soruyor "henüz ayrılmadık" diyorum şakayla karışık..
"o zamana kadar ayrılmazsak bakarız" şeklinde cevap veriyorum sorduğu başka bir soruya..

"ilişkiye güvensizlik" olarak nitelendiriyor durumu, oysa benim için "ölmez de sağ kalırsak" tadında bir cümle bu..

gelecekle ilgili plan yapmayı bırakalı çok oldu.. eskaza kendimi hayal kurarken filan yakalarsam da basıveriyorum suratımın ortasına yumruğu!

"henüz ayrılmadık" demek, ayrılmak istediğim anlamına gelmiyor asla! terk edilme korkusu filan da değil, bunun nedeni çok başka..

sadece hazırlıklı tutuyorum kendimi, aslında gelmesini hiç de istemediğim ama hayatın cilvesi gereği gelmesi her an imkan dahilinde olan bir sona.. ve gardımı alıyorum hayalkırıklıklarına!

size de sorarım; gelecekle ilgili kurduğunuz kaç plan gerçekleşti tamamıyla?!

"oldu" diye sevinirken hayalini kurduğunuz şey için, hiç mi aksilik çıkmadı?! yarı yolda bırakmak zorunda kalmadınız mı umutlarınızı..

peki ya siz başladı zannederken bitenler..?!

"kul kurar kader gülermiş.." tıpkı şarkının sözlerindeki gibi gerçekler!

evet hayal kurmamaya çalışıyorum artık, çünkü bir bildiğim var!

evet planlar da yapmıyorum elimden geldiğince, inanın bir bildiğim var!

ama evet aynı zamanda anı doyasıya yaşamaya çalışıyorum, geçmişte yaşadığım tüm olumsuzlukların gölgesine rağmen.. çünkü bir sevdiğim var!

15 Kasım 2010 Pazartesi

gönlümün bayramları, şenliği söndü..


"sevdiklerinle beraber geçireceğin.. " diye başlayacak dilekler.. "nice bayramlar" temennileri süsleyecek günleri..

siz de itiraf edin! en azından bir kişi hep eksik değil mi?! "keşke bu bayramda yanımda olsaydı" dediğiniz en az bir kişi..

eskiden hep birlikte oturulan sofranızda şimdi bir sandalye eksilmedi mi? ya da onun sandalyesinde oturana baktığınızda aramıyor mu gözleriniz göçüp gideni?

"birlikte daha kaç bayram geçireceğiz acaba?" diye hiç aklınızdan geçmedi mi ellerinden öperken sevdiğiniz büyükleri, sizin de boğazınız düğümlenmedi mi?

"yediklerime dikkat etmeliyim" korkusu sarmadı mı çocukken çikolatalara, şekerlere saldırıp mutluluktan uçtuğunuz anların yerini?

siz de kaybetmediniz mi bir gece önceden baş ucunuza heyecanla koyduğunuz bayramlıkların masumiyetini?

harçlıklarınızı da artık başka başka insanlar banka hesaplarınıza yatırıyor sizin de, öyle değil mi?

"tüümm sevdiklerim yanımda ve her şey yolunda" diyorsanız bu bayram, bunu diyecek kadar şanslıysanız bilin kıymetini! ve yine bilin ki çok kıskanıyorum sizi!

ha bir de unutmadan, bana fıstıklı baklava ayırmayı unutmayın e mi?! :)

6 Kasım 2010 Cumartesi

kalbinde siren sesleri..!


siren sesleri beynimin içinde dönüyor.. zamanla yarışıyoruz, çevredekilerin umrunda bile değil oysa.. gözlerimden süzülenleri yanımdakine hissettirmemeye çalışıyorum.. güçlü durmam lazım, sakin olmalıyım.. siren sesleri iliklerimde.. arkamdaki küçük pencereye baksam, iyi mi değil mi bir görsem.. yapamıyorum ama işte olmuyor, cesaret edip kafamı geriye döndüremiyorum.. yaşamayan bilemez bu duyguyu "ya bir şey olduysa, Allah'ım sen koru!"

ambulansın ön koltuğunda oturmak gibi, bir aşkın son demleri.. pencereden bakıp gerçekle yüzleşmek cesaret işi..

telefondan sesi geliyor, önce hasta zannediyorum sonra anlıyorum ki ağlıyor.. börtüm böcüğüm o benim, sesinin cıvıl cıvıl gelmesine alıştığım "anlatacak bu kadar şeyi nereden buluyor" dediğim tatlı gevezem.. oysa kelimeler boğazına düğümleniyor şimdi.. "bitti" diyor "ayrıldık.. yani daha doğrusu ayrıldı.. o istedi, şimdi ben terk edilmiş oluyorum değil mi? evet o beni terk etti!" hastasının öldüğüne inanmak istemeyen biri gibi.. kalbinde siren sesleri!

"üzülme" diyorum ne yapacağımı bilememenin şaşkınlığıyla.. oysa biliyorum ne denli acı çektiğini.. ama böyle bir durumda ne denilebilir ki?

yaşamak, üzerinde kirli bir çamaşır gibi şu an.. başının içinde büyüyen sorular bir kanser tümörü sanki..

arkadaş kalacaklarmış "sorun sevgi değil" diyor, "o beni seviyor ama mesafe işte.."

yeterince sevilmediğini kabullenmek mi daha zor böyle durumlarda yoksa onu ömrünün sonuna kadar kaybettiğini bilmek mi?

"en iyi arkadaşım evleniyor" filminde cameron diaz, julia roberts'a döner ve der ki: "sen kazandın! benimle evleniyor ama o seni kaideye oturtmuş.. onun gözünde hiçbir zaman senin olduğun yere erişemeyeceğim!"

böyle bir tabloda hangi kadın için daha zordur durum, bilmem ki.. şu anda tek bildiğim çocukları hiç sevmeyen, seslerine dahi tahammül edemeyen bir kızın "onun küçüklüğü"ne benzeyen bir oğulları olması hayali bitti..

onunla ilgili kurduğu tüm düşler yolda kaldı şimdi..

ne denilebilir ki?!

duydunuz sirenin sesini, yol verme vakti!

31 Ekim 2010 Pazar

on yüz bin milyon baloncuk..


"küçük bir çocuğun neşeyle üflediği oyuncağından çıkan parlak, rengarenk, güzel bir baloncuktun.. avuçlarımla yüzüne dokunsam yok olacaktın.. sen gökyüzünde kaybolup giderken sadece arkandan baktım..

ben gözlerimde senin güzelliğini izlemenin parıltısı, içimde sana yetişememenin kırgınlığıyla gidişini izledim.. sen ne kadar uzağa gidersen git, içinin benim nefesimle dolu olduğunu hiç bilmedin!"*(MY)

--

küçükken herkese "güle güle" derdim, yolcu eden de olsam edilen de.. annem ne kadar anlatmaya çalışsa da "hoşçakal"la "güle güle" arasındaki farkı, ısrarcıydım "güle güle" demekte..

"doğru-yanlış" yargısı sanırım hiçbir zaman oluşamadı bende, "seviyorum-sevmiyorum" veya "istiyorum-istemiyorum" vardı hep bunun yerine.. belli ki daha çok sevmişim "güle güle"yi..

zamanla öğrendim aradaki farkı.. zaman bu, er ya da geç öğretir-dayatır kurallarını..

eskiden "güle güle" demenin "hoşçakal" demekten daha zor olduğunu düşünürdüm.. öyle ya giden "hoşçakal" der çeker giderdi, kalanaysa buruk bir "güle güle" demek düşerdi.. çok sonra anladım yanıldığımı! asıl zor olanın gitmek olduğunu, bütün ihalenin gidenin üzerine kaldığını..

"kalmak"la arasında kalındığında zor alınan bir karardı "gitmek" ve siz de bilirsiniz ki "karar vermek" her zaman yorardı.. tercih etmeyi gerektirirdi gitmek! yeniyi eskiye, huzuru sevgiye, belkiyi keşkeye.. kalan "neden vazgeçilen ben oldum" diye hayıflanırdı olsa olsa, "pişmanlık" giden için geçerli olandı.. çünkü tercihi o yapmıştı, karar gidenin kararıydı!

gitmeye karar verdiğimde anladım tüm bunları.. havaalanında vedalaşırken algıladım babamın neden hep giderken bana "yarım" sarıldığını.. çünkü annem hıçkırarak boynuma atladığında ben de yaptım aynısını! zira "geride bırakmak" demek sorumluluk almaktı, birinin veya birilerinin gözyaşlarını omzunda taşımaktı! ve dışarıdan çok kolaymış gibi görünen o bırakıp gitmeler için, bırakıp gidebilmek için "yarım sarılmak" lazımdı.. giden için "doya doya sarılmak" haramdı!

herkes geride kaldığında anladım aslında her şeyin benimle beraber yol aldığını.. gitmek için aslında insanın kendinden gitmesi gerektiğini ve bunun imkansızlığını.. hiç tanımadığım bir ülkenin otel odasında yanağımdan süzülen yaşlar bana anlattı "gidenin pişmanlığı"nı..

kim bilir küçükken "güle güle" demekte ısrar edişimin nedeni, belki de çocukluğun verdiği naiflikle tüm bunları sezmemdir.. siz de beni dinleyin ve "güle güle"yi "hoşçakal"a tercih edin.. göreceksiniz, insanı hafifletir!

25 Ekim 2010 Pazartesi

k'ayıp..


"Açar mı kanatların bir gün yine
Kelebek, kaç gün var geriye..?!"


Benim kanatlarım vardı, siz göremediniz.. Yetişseydiniz bir vakitler ışıl ışıllardı oysa, tertemiz.. Dokunsanız kırılacağından, kirleneceğinden çekinirdiniz..

Kaybettim ben onları.. Aslında birini acımasızca kopardılar benden, ötekini ise ben bile isteye kestim.. Hatırlatmasın diye, özletmesin diye.. Kendimi kendime acır hale getirmesin diye..

Yine olsa yine keserim.. Huyum kurusun işte, böyleyim!

Hiç yokmuş gibi davranıyorum şimdi oysa öyle değil mi? Sanki hiç kanatlarım olmamış, hiç uçmamışım, hiç yere çakılmamışım, hiç kırılmamışım.. Hiçbiri asla yaşanmamış.. HİÇ!

"Ne hissediyorsun şimdi" diye sorulduğunda "Koca bir HİÇ" demek ve bunu gerçekten hissederek diyebilmek hafif hissettiriyor insana şüphesiz kendini.. Kalpteki acının yerini "hiç" denen boşluk alınca düşünmeye de gerek yok gerisini.. Ama ya kaybettikleri?

"Bana kaybettiklerimi bulabilir misin?" diye soruyor MY

"Evin salonundan içi altın dolu dünyaya açılan gizli geçiti ver mesela" diyor

"Dünü, geçmişi, gideni, gelmeyeni.."

Bense ne geçmişi istiyorum ne de gidip gelmeyeni.."Kanatlarımı ver" diyorum yalnızca, çünkü tutmuyor hiçbir gerçek benim şiirsel kanatlarımın yerini.. Ve istemiyorum ben böyle her şeyin ayakları çokça yere değenini..!

16 Ekim 2010 Cumartesi

yüzünü dökme küçük kız..


"ben böyle yürek görmedim böyle sevgi
şimdi çocuk büyümekte gün be gün.."


öğüt verecek yaşa ne ara geldiğimi soruyorum aynadaki suretime, sebebi bana yansıyan iki-üç tel beyaz saçtan öte bir şey olmalı diyorum kendi kendime..

88'li olduğumu duyunca gözlerini kocaman açıp "o kadar büyük müsün?" diyen bir nesil var artık, kabullenmek zor da olsa sanırım hafiften yaşlanmaya başladık..

şefkatle bakıyorum karşımdaki çocuğa, acısını yüreğimin en derininde hissediyorum.. biliyorum ki ne desem ne yapsam onun acısını dindiremeyeceğim.. ve yine biliyorum ki bunu bilmeyen diğer pek sevgili büyükleri zavallı çocuğu iyileştirmeye çalıştırdıklarını sanarak daha da çok kanatacaklar..

bu yüzden diyorum ki ona: acını sonuna kadar yaşa!

kimin ne dediği, ne yapmanı söylediği değil önemli olan.. sen kendin için neyin doğru olduğuna inanıyorsan onu yapmalısın şu an!

bir kesit canlanıyor gözümün önünde.. annem kapının önüne geçmiş "gitme" diyor.. "yapma bunu kendine!" bense kararımı çoktan vermişim, dinlemiyorum.. döndüğümde bir telaş kapıya geliyor.. kim bilir nasıl geçmiş o birkaç saat onun için.. neler düşünmüş, ne felaket senaryoları üretmiş, ne çok ağlamış.. sapasağlam duruyorum karşısında.. "gittim, gömdüm, geldim!" o kadar rahat, bir o kadar da sakin.. önceleri inanamıyor ama bakıyor ki gerçekten iyiyim.. zaman ilerliyor ve aylar sonra itiraf ediyor: "o gün iyi ki beni dinlemeyip gitmişsin.."

bunları anlatıyorum ona.. "ben senin yaptığını yapabilir miydim bilmiyorum" diyor, gözlerindeki yaşların yerini bir hayranlık ifadesi almış.. o hayranlıkla şimdi söylediklerimi daha da dikkatli dinliyor:

söylediklerim çok uzak gelecek belki şu an sana, neler saçmalıyor dercesine dinleyeceksin büyük ihtimalle beni.. ama bir gün sen de "demişti" diyeceksin "Cansu demişti!"

acını sev çocuk, göreceksin ki o acı olgunlaştıracak seni.. bir zaman sonra fark edeceksin ki onun sayesinde bambaşka bakıyorsun dünyaya, o keşfettirecek sana gerçek benliğini!

bir daha hayatına hiçkimse girmeyecekmiş gibi geliyor biliyorum, ama bil ki en beklemediğin anda girecek!

bir daha kimse dokunduğunda için ürpermeyecek sanıyorsun, fakat ürperecek!

bir daha kalbin kimseyi sevemeyecek zannediyorsun, sevecek!

acını sev çocuk, çünkü o seni büyütecek!

9 Ekim 2010 Cumartesi

evlenmek veya evlenmemek işte bütün mesele bu..


"kalbimiz siyah derken
biz beyaz diyemeyiz
diyemeyiz hannelise.."


adam zengin, adam güçlü, adam bilmem kimin bilmem nesi.. var elbet yazlığı, arabası hatta malikanesi.. "çok iyi kısmet" oluyor hal böyle olunca..

yakışıklıymış değilmiş önemli değil, öyle ya mühim olan "iç(!)güzelliği" sevgiyle evlenilmezmiş ki zaten, aşkla sevgiyle evlenmek aptal işiymiş.. hem kıskanmazmışsın da böylece onu.. umrunda bile olmazmış kimlerle taktığı sana boynuzu..

"mantık evliliği" diyorlarmış böylesine.. duygularla hareket etmek saçmalıkmış, mantıklı düşünmek lazımmış bu devirde..

o zaman neymiş iyi öğrenelim.. geleceği garanti altına almak için, kendi rahatını sağlamak veya bozmamak adına yapılan evliliğe ne deniyormuş? mantık(!) evliliği..

anlamadım ben bu işi arkadaşım, anlayan varsa rica ederim bana da anlatsın!

çıkar ilişkisini al yüzüğü tak altına da imzayı bas.. al sana mantık evliliği! eeee diyelim ki parası için evlendiğin adam iflas etti.. olamaz mı yani? ya da senin görmek istediğin "mantık"lı kişiliğe bürünüp "amaca giden her yol mübahtır" stratejisini izleyerek imzayı attıran, bir de bakmışsın bambaşka bir insan.. ne olacak şimdi?

bana sorarsanız bu "mantık evliliği" dünyanın en mantıksız şeylerinden biri! kısa vadede mantıklı görünene tutunup uzun vadede hayatını mahvetmenin ta kendisi!

NOT: Bugün birbirlerini ne kadar sevdiklerini yüz metre öteden anlayabileceğiniz iki insanın nikahına gittim.. Ve gözlerine baktığımda ışıldamadığım, bana baktığında gözlerinde sevgisini görmediğim biriyle evlenmemeye and içtim!

26 Eylül 2010 Pazar

Gel Benimle..!


Eylül'ün son pazarı.. Sonbahara o kadar laf ettim ya intikamını aldı benden, hasta oldum! Bütün gün evde burnumu çeke çeke, o ıhlamur senin bu vitamin benim oturdum durdum.. Televizyona baktım can sıkıntım biraz olsun geçer diye, yok efendim nerdee! Dizilere bakayım dedim aa o da ne, bir de baktım ki gözlerden yaşlar iniveriyor yere.. Sonra kendime kızdım! "Hamileliğinde ne yapacağız biz, Allah yardımcımız olsun" diyen ses çınladı kulaklarımda, güldüm "Beğenmeyen küçük oğluna almasın..!"

Kanalı değiştirip bir müzik kanalı açtım.. Bir sıkıntı var içimde, ağlamak için dizi bahane aslında sadece.. Alıp başımı gidesim var yine.. Şansa bak Yaşar çalıyor "Gel benimle çok çok uzaklara, hüzünlerimi bir parça aşkla değiştir.."

"Gel benimle" desem gelir mi acaba diye düşünüyorum.. Çok değil en azından bir günlüğüne, kaçsak gitsek.. Olmaz mı? Benim tahliller sonuçlansın hele bir, sonra annem anjiyo olsun biraz kendine gelsin, ay başı olsun para gelsin.. Ondan sonra.. Olmaz mı?

Deniz kenarı bir yere gitsek mesela, ya da bir göl olsa orada.. Sonbaharın bizi kıskanan rüzgarlarına aldırmadan suya yüzümüzü dönüp otursak.. O ellerimi ellerinin içine alsa ısıtsa, ben onun omzuna yaslansam.. Kafamdaki bütün sorunları, bütün soruları boşversem bıraksam.. O da unutsa bütün yapması gereken işleri, sorumlulukları "biz" dışındaki her şeyi.. Bir an olsun unutsak ikimiz de bunların hepsini, çok mu zor ki? Olmayacak bir şey mi?

Bütün bunları düşündüğüm sırada, kendimi şu hasta sesimle eşlik ederken buluyorum Yaşar'a:

"Bırak dudaklarından benler okunsun
Bırak ellerim saçlarına dokunsun

Söz veriyorum her şey çok güzel olacak
SADECE SEN VE BEN.."

20 Eylül 2010 Pazartesi

sonbahar..


itiraf vakti! aslını istersen hiçbir zaman sevemedim seni.. karanlık tarafını, puslu-sisli bir camın ardından beni izlemeni kabullenemedim.. benimle alay edercesine güneşini bir gösterip bir geri çekmeni sindiremedim.. sıcak, sonra aniden soğuk! beni, ne yapacağımı bilemez bir hale sokan kararsızlığını sevemedim..

hüzünlüsündür hep, öyle görünürsün ya da en azından.. insanları kendine çekmenin bir yolu mu bu yoksa?! yollarıma gül döker gibi kuruyan yapraklarını sermen, sevginin ifadesi mi aslında?!

ne yaparsan yap inandırıcı bulmuyorum seni işte.. güvenim yok sana! istediğin kadar üşüt beni rüzgarlarınla, bil ki ısınmak için sarılacağım sen olmayacaksın asla!

yalnızsın, ve sana bir sır vereyim mi.. hep öyle kalacaksın! insanlar hüzünler edinecek sende, sen hep onlara kattığın hüzünlerde yaşayacaksın.. hüzünlerle anılacaksın diyorum sana, en iyi ihtimalle buruk bir tebessüm.. sor bakalım şimdi kendine, halinden memnun musun?!

17 Eylül 2010 Cuma

reenkarnasyon..


hikayemi merak etmişsin, anlatayım..

sen hiç bir masalda uyuyup diğerinde açtın mı gözlerini?

işte benim hikayemin özeti..

bir gün bir kurbağayı öptüm, hayatım değişti..

zannetme ki kurbağa prense dönüştü..

dönüşen ben oldum..

önüm-arkam-sağım-solum..SOBE!

gökten üç elma düştü yere..

bir ısırık aldım, uyudum..



"bir derin uykudaydım ölümün içinden.."


açınca gözlerimi, kendimi bambaşka bir masalda buldum..

bir öpücükle başladı her şey.. küçücük, masum..

bir öptü ben uykuya doydum, bir öpüldüm hayata yeniden döndüm!


en beklemediğin anda yeni bir masala uyanmak nasıldır bilir misin?

korkutucu, hem de çok! ama güzel, bir o kadar da özel..


"herkesin bir hikayesi vardır ama herkesin bir şiiri yoktur.."


herkesin bir masalı da yoktur elbet.. benim var!

bir şiir de seçtim kendime, yine yeni yeniden..

az sözden çok şey çıkarabilmek adına onu da oku istersen:

"Bardaktan seni içmek
Seni teneffüs etmek havada..
Dolaşmak dolaşmak sana dönmek
Seni bulmak yuvada..

Yolumuzda aylar, yıllar
Basamak basamak..
Basamakların çıkamadığı yere
Kanatlarınla çıkmak..

Boşaltmak takvimden günleri
Günlerin üstünden yollara bakmak
Rüzgarla esmek, sularla akmak..

Baharı yollamak yollara
Alıkoymak bir nisanın tadını..
Dışarda herkes gibi seslenmek sana
Ve koynunda söylemek asıl adını!


İnanmak,inanmak,inanmak..
Ninnilerinle uyuyup,türkülerinle uyanmak!"

3 Eylül 2010 Cuma

veda busesi..


"yazın bittiği her yerde söylenir
söylenmeyen şeyler kalır geriye.."


bir yaz daha bitti.. ama ne yaz! hani insanın yıllar sonra dönüp baktığında dönüm noktası olarak görebileceği türden.. hayat bildiğini okudu yine, hatta bu kez geldi bir de canıma okudu! sonra durdu durdu.... olanlar oldu! :)

gelişinden korktuğum, gelmesin diye umutsuzca dua ettiğim ve ne yazık ki umduğumdan hızlı gelip çatan ama beklediğimden çok daha az şey götürüp kat be kat fazlasını getiren enteresan bir yazdı bu yaz.. hani derler ya "yaşanır, anlatılmaz!"

şimdi veda vakti.. uğurluyorum ömrümün bugüne kadar beni en etkileyen yazını, size çok şey öğreten ve varlığınıza yeni anlamlar katan değerli bir dostunuzla sırf zorunluluktan vedalaşır gibi..

bana kattıkların için teşekkür ederek tüm benliğimle sımsıkı sarılıyorum sana ey yaz! bilesin, sonbahar çok kıskanacak seni..

16 Ağustos 2010 Pazartesi

bir nedeni yok....


Olması gerektiği kadar fedakar biriyim aslında, daha fazlasını umma açıkçası.. Endişelerim, ideallerim, halletmeye çalıştığım meselelerim var.. Başkalaşmaya çalışıyorum.. Göz ardı edilmiş tutumlar edinmek hoş.. Değişmek, hiç de zor değil! Yalnızca özgür olabilsem, sorun kalmayacakmış gibi sanki..

Anlaşılmak istiyorum: sevdiğim bir şarkıyı herhangi biriyle paylaşırken aynı duyguları hissetmek arzusu bu.. Evet, tıpkı bu! Sese, ahenge kapılırken, kendini müziğin ritmine verirken yanında bir diğerinin olabilmesi; görkemli bir anda birlikte sadeleşebilmek.. Birlikte dans edebilmek gibi..

Sen hastayken baş ucunda birinin sabaha kadar oturması gibi.. Arada bir alnındaki teri silmesi, üstünün açılmamasına dikkat etmesi gibi.. Bir başkası için hayatta kalma çabası gibi sanki.. Ölmek için değil, yaşamak için uğraşmak gibi.. Ummadan, hayal etmeden, sıradan, olduğu gibi, doğal ve ciddi.. Ciddi ciddi hayatla mücadele edebilme gücü! Bu gücü yan yanayken yaratabilme yeteneği.. Ben bu yeteneğin bir parçası olarak sokuluyorum sana.. Masallarla geliyorum.. Efsanelerle geliyorum.. Herhangi bir insanın birikimiyle geliyorum aslında.. Artniyetsizim inan..

Bir nedeni yok, yalnızca öptüm..

Küçük İskender

6 Ağustos 2010 Cuma

,,

"Zor yıllardan
Dar yollardan
Geçtim de geldim
Durdum kapında
Dokunsan ağlarım ama
Vurursan yıkılmam.."


Fonda Özer Atik'in şarkısı ile başlıyorum yazıma..Ne zamandır yazasım var, aslında ne de çok şey yazasım var da.. Birbirimizi kandırmayalım işte öyle her şey de yazılmıyor buraya..

Eskiden pek ağlamazdım ben, yani tek başımayken ağlardım da öyle birilerinin yanında gözümden yaşlar inivermezdi şimdiki gibi.. Tutardım kendimi.. Daha mı güçlüydüm yoksa daha mı az yorgun? Ne değişti şimdi.. Ben mi?!

Omzunda ağlarken kafamdan geçen milyonlarca şeyden biriydi bu.. Sonra sen "Ağlama" dedin "Kıyamam sana.."

"Kıyamam sana"nın farklı çeşitlerini öğretti hayat bana.. Biliyordum ki "Ellerimde acılar, ellerini tutamam.." gibi değildi seninki.. Başka bir şeydi..

"Gitme" dedin, "Beni bırakma.."

Hıçkırdım, başımı yasladım göğsüne.. "Her şey yoluna girecek, merak etme.." Kokunu çektim içime, huzurdu dolan ciğerlerime..

Eskiden olsa "Söz mü?" diye sorardım sana.. Ama ah bu hayat, verilen sözlerin tutulmadığında, hiç verilemeyen sözlerden daha çok can acıttığını da öğretti bana..

"Emin misin?" dedim o yüzden.. "Evet" dedin büyük bir kararlılıkla..

Ne olacak peki şimdi? Bilmem.. Düşünmüyorum..

Ne olacak sonra? Bilmiyorum.. Kim biliyor ki, kim bilmiş ki ben bileyim..

"Dikkatli ol.." diyorlar bana.. Bla bla bla..

Hayatta en çok üzülenler en dikkatli olmaya çalışanlar değil mi oysa..? Hesaba kitaba gelmiyor ki yaşam, ne yaşanacaksa yaşanıyor işte bir curcunayla..

Çok üzüldüm ben evet, belki yine çok üzülürüm böyle bir ihtimal de var elbet.. Ama ben biliyorum ki alnım ve kalbim beyaz olduktan sonra geri kalan tüm siyahlara, giydiğim karalara inat asil bir duruş ve mağrur bir gülüşle her şeyin üstesinden gelebilirim.. Ben bunu tecrübe ettim..

"Dokunsan ağlarım ama vurursan yıkılmam.." ne güzel de söylüyor Özer'im Atik'im! :)

25 Temmuz 2010 Pazar

Bir Eşi(m) Olmalı..

Bir eşi olmalı insanın..
Rüzgar O'nun kokusunu getirmeli,
Yağmur O'nun sesini..
Akşam O'nu görecek diye pırpır etmeli yüreği..
Ayakları birbirine dolaşmalı heyecandan eve dönerken,
Cennetten köşe almışçasına..
Sevdiği, sakındığı, bakmaya kıyamadığı..
Her bir hücresinden aşkın fışkırdığı..
Çölde okyanusu yaşadığı bir eşi olmalı insanın..
"Ben seni ölene dek seveceğim" boş laf!
Ben seni sevdikçe ölmeyeceğim..!

Can Yücel

22 Temmuz 2010 Perşembe

Salıncak..


Salıncakta sallanıyorsun

Ceviz ve kiraz ağaçlarının arasında salınan bir melek gibisin

Birbirlerine takılmış gözlerimiz

Üzerinde, yanında taşıdığın zerafetin

Ellerin gözüme çarpıyor sonra

O ince, narin

Nasıl da yakışıyorsun kendine..



Naif bir rüzgâr

Kalkıp inen tüller

Uzunca bir sedir

Sedirin yanında, demlenmiş, semaverle yapılmış çay

Odalardan hollere, oradan yanımıza kadar gelen saf gül kokusu

Rüzgâr çanlarından etrafa yayılan tını

Tekne gürültülerinin kıyıya uzanan hoş karşılığı

Bahçenin içerisine akar halde bırakılan hortumdan çıkan suyun şırıltısı

Çiçek kümelerinden yükselen kokuya eklenen ıslanmış toprak kokusunun oluşturduğu buğu

Arada bir avluya tüneyip kanatlanan güvercinler

Alabildiğine yeşil

Alabildiğine mavi

Alabildiğine sen..


Ve hep güzel şeylerden bahsetmeye odaklanmış bir zihin

Gözlerimi kapatıyorum

Güzel bir rûyaya dalmış gibiyim

Bir bir çıkarmaya başlıyorum belleğimden, çocukluk fotoğraflarını

Yaşam kitabımın içinde karanlık sayfaların en az bulunduğu bölümdür o yıllar

Orada, mantisin üzerinde, çamaşır yuğmak için su kaynatıyor annem

Hüzünleniyorum doğrusu

Zaman nasıl geçiyor, hayat ne çabuk yoruyor ve ne çok kırıyor bizi..


Gözlerimi açıyorum

Salıncakta sallanıyorsun

Ceviz ve kiraz ağaçlarının arasından bana gülümseyen bir melek gibisin

Derin bir nefes alıyorum

Kendimi, içimi, seni ve hayatı daha iyi hissediyorum şimdi

Kirazları küpe yapıyorum kulağına

O an gamzelerinden incelikler, sevimlilikler, gülümseyişler uçuşuyor sanki

Koşarcasına tutuyorum ellerini

Uçurtmasının iplerini sıkı sıkı tutan bir çocuk gibi, ellerimin arasından kaçacağından korkuyorum sanki..


Sen kayıtsız, gülümsüyorsun

Salıncakta sallanıyorsun

Ceviz ve kiraz ağaçlarının arasından bana bakan bir mucize gibisin

Plakta “Ömrüm Seni Sevmekle Nihayet Bulacaktır” adlı şarkı çalıyor

İçimden şiirler akıp gidiyor, umursamıyorum inan

Dünya devam ediyor(muş) dönmeye

Ve sen salınıyorsun, arada bir toprağı ayağınla okşayaraktan..

Kamran Deniz

16 Temmuz 2010 Cuma

köpek insanı..


köpek ve kedi insanları diye bir kategorilendirme vardır bilir misiniz? kedi insanları egoisttir, köpek insanları ilk önce başkalarını düşünür.. gerçekten var mıdır acaba öyle bir şey?

varsa da sevilen köpeğin cinsine göre değişiyordur bence.. şimdi pitbull sevenle golden sevenin aynı kişiliğe sahip olması imkan dahilinde mi?

pitbull gibi saldırgan köpeklerden hoşlananlar kedi insanlarından çok daha egoist bence.. çevresindekileri zerre düşünmeyen, insanları korkutmayı hüner sanıp bundan büyük haz duyan enteresan kişilikler..

bizim buralarda da varmış onlardan bir tane, yeni fark ettim.. üstelik tasmasız gezdiriyor o insan canlısı(!) köpeğini.. korkup kenara çekilince de şuh kahkahalar atıp eğleniyor..(yazık, koskoca adamın başka eğlencesi yok demek ki!)

üniversitedeyken fakülte çıkış kapısına sevimli köpeğiyle gelip bekleyen bir adam vardı.. "ekmek çıkar mı acaba" diye beklediğini herkes bilirdi de o herkesin niyetini anladığını bilmezdi.. o adamcağızın haline çok güler çok acırdım, beterin beteri varmış bugün anladım..! galiba böylelerinin çocukluklarına inmek lazım..

4 Temmuz 2010 Pazar

Tesadüf..

Tesadüflere inanır mısınız? Ben inanmam.. Hayatta her şey ve herkes belirli bir sebeple çıkar karşımıza.. Öğrenmem gereken çoğu gerçeği ben sizin "tesadüf" dediğiniz yolla öğrenmişimdir mesela.. (Karşımdakiler büyük ihtimalle sapığa bağlayıp onları ve hayatlarına girenleri takip ettirdiğimi düşünüyorlardır oysa mutlaka..!)

"Bu kadarına da pes" dedirtecek cinsten çok "tesadüf"le karşılaştım ben.. Ve zamanla her "tesadüf"ün kendi içinde bir mesaj taşıdığını fark ettim.. (Tabii mesajı anlayana)

Bugünkü "tesadüf"üm pek şaşırttı beni, bir o kadar da düşündürdü.. "Sahnede bir silah varsa patlar" denir ya hani.. Aslında bizim hayatlarımız da birer sahne bir nevi.. Sadece o silahı gördükten ne kadar zaman sonra patlayacağını bilemiyoruz, o kadar..

Diyorum ya, pek sever beni tesadüfler.. Küçüklüğümden beri..

Küçüklüğümden bu yana ritüellerim vardır benim.. Bir şeye sevindiysem ya da dertlendiysem başımı yukarı kaldırır içten içe konuşurum O'nunla mesela, değişmezlerimden biridir bu benim.. Bugün de öyle yaptım.. Caddenin ortasında durup yukarı baktım ve dedim ki: "Seni çok seviyorum Allah'ım, mesajını aldım.."

2 Temmuz 2010 Cuma

Köşe..


Sen geldin benim deli köşemde durdun
Bulutlar geldi üstünde durdu
Merhametin ta kendisiydi gözlerin
Merhamet saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu
Bulutlar geldi altında durduk
Konuştun güneşi hatırlıyordum
Gariptin yepyeni bir sesin vardı
Bu ses öyle benim öyle yabancı
Bu ses saçlarımı ıslatan sessiz bir kardı
Dişlerin öpülen çocuk yüzleri
Güneşe açılan küçük aynalar
Sert içkiler keskin kokular dişlerin
İçinden geçilen küçük aynalar
Ve güldün rengarenk yağmurlar yağdı
İnsanı ağlatan yağmurlar yağdı
Yaralı bir ceylan gözleri kadar sıcak
Yaralı bir ceylan kalbi gibi içli bir sesin vardı
Sen geldin benim deli köşemde durdun
Bulutlar geldi üstünde durdu
Merhametin ta kendisiydi gözlerin..
Sezai Karakoç

9 Haziran 2010 Çarşamba

kelebek ömrü..

insan öleceği tarihi bilir mi? bilir.. saatini bile biliyorum ben..

hem öyle bir acıyacak ki canım, öyle işkenceli öyle ağır bir ölüm olacak ki.. nasılını sormayın!

diri diri toprağa gömülmek diye düşünün isterseniz, ya da recm cezasına çarptırılmış olduğumu varsayın..

öleceğim ben çok yakın bir zamanda.. ben diyeyim bir gün, siz diyin dört hafta..

böyle olması gerekiyormuş, benim için en hayırlısı buymuş öyle dediler.. öyleyse öyle olsun..

ölüyorum ben, kalan sağlar sizin olsun!

30 Mayıs 2010 Pazar

Tuana..

Bir köşeye çekilmiş sessizce ağlıyordum pencere kenarında.. Derken onun kapıda dikilip beni seyrettiğini fark ettim.. Hiç sesini çıkarmadı, uzun uzun baktı bana.. Ne zaman ki yanaklarımdan süzülmeye devam edenleri silmeye başladım o an usulca yaklaştı yanıma.. Geldi, gözyaşlarıma dokundu.. Bir yandan yaşlarımı silerken bir yandan "Ağlama" diyordu, bense ses çıkarmadan izliyordum onu..

Hiçbir şey sormadı.. Korktuğum soruların hiçbirini, hiçbir şeyi.. Konuşmaya başladı belki de çoktandır söylemek için kafasında kurduğu belki de aniden içinden geçen sözleri..

"Seni ilk gördüğümde, daha önce bu kadar güzel gülen bir kızla karşılaşmadığımı düşünmüştüm.. Şimdi ağlıyorsun ve biliyor musun senden daha güzel ağlayanına da rastlamadım ben.. Neden diyorsundur şimdi içinden eminim, ağlamanın güzeli olur mu deme.. Öyle içten öyle gerçeksin ki.. En çirkin şey bile güzelleşir sende.."

Şaşkın şaşkın bakıyordum yüzüne, o istifini bozmadan devam etti..

"Hani şarkı söylüyorsun ya, hani insan kayboluveriyor sende.. Anladım ki o da bu yüzden.. Hissediyorsun, sonuna kadar.. Ve hissettiriyorsun çevrendeki herkese.. Seyrediyorum seni uzaktan.. Bazen insanın sırtını dayayabileceği kadar güçlü bir dağ oluyorsun, bazense sığınılacak bir liman.. Tüm dünyanın yükünü verseler taşıyacak gibi duruyorsun çoğu zaman ve tüm dünyayı kalbine sığdırabilecek bir kalbin var koskocaman.. Seni üzen ne veya kim duymak istemiyorum.. Günün birinde anlatmak istersen dinlerim de demeyeceğim, anlatma bana.. Ne olursa olsun, kim olursa olsun bilmek istemiyorum.. Sen de sadece tek bir şeyi bil.. O da seni sevdiğim.. Beni, benim seni sevdiğim kadar sevmeni beklemiyorum.. Ama yanımda olursan, yanında olmama izin verirsen belki.. Olmaz mı dersin? Mutlu edemez miyim seni?"

"Ama ben.." diyecek oldum..

"Ama senin aklın hala onda ve sen böyle bir durumda kimseyi kandırmak istemeyecek kadar dürüst bir kızsın.. Biliyorum.. Seni bu yüzden seviyorum ya zaten, dosdoğrusun.. Senin yerinde başkası olsa cepte bulunsun der bir kenara koyardı beni.. Ama sen yapmazsın.. Sana sonuna kadar güveniyorum.. Sen de bana güven olur mu?"

"Ben çok yorgunum" dedim.. "Anlamıyorsun.."

"Anlıyorum" dedi "O yüzden neyin olmamı istersen o olurum.. Sadece bırak yanında olayım, senden bir tek bunu istiyorum.. Bana bu fırsatı ver.."

"Vicdanım rahat bırakmaz beni" dedim..

"Söyle o vicdanına.."

"Ne söyleyeyim?!"

"Tuana!"

"Anlamadım..??"

Ve bir anda mırıldanmaya başladı..

Dallarına karlar yağıyor Tuana
Yüreğine ayaz vurur da sen üşürsün oralarda
Uyan, artık uyan!
Kara gülüm zaman yok
Kara gülüm mekan yok..

Tut, asırlık umutlarla acılarla tut
Bırakma peşini hayatın ateşini, gel!
Akıp gider oyun akıp gider
Devam eder hayat
Uyan da gel Tuana, yüreğim kan ağlıyor..

Ve ben eşlik ettim ona..

Sana söz yine baharlar gelecek
Sana söz ışık sönmeyecek
SÖZ!

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Dostları Olmalı İnsanın..


Dostları olmalı insanın, kahkahayı da gözyaşını da paylaşabileceği.. Öyle ki sen ağladığında bir de bakacaksın, onların da gözleri nemli.. Sana acıdıkları için değil üstelik, hüznünü paylaştıkları ve anladıkları için seni..


Uzun bir sessizlik olmalı sen "Sonra o arabasına bindi, ben de gidişini izledim" diyip bir yandan silmeye uğraşırken gözlerini.. Sözün bittiği yerde sırf bir şeyler söylemek için zırvalamamalılar.. Saçma sapan teselli sözleri söylemek için zorlamamalılar kendilerini, çünkü seni tanıyor olmalılar ve bilmeliler o an hiçbir sözün teselli edemeyeceğini.. Sadece ellerini koymalılar elinin üstüne, hissettirebilmek için desteklerini..


Dostların olacak şu hayatta, yeri geldiğinde seni senden daha fazla düşünen ve "sen" yapan seni..

3 Mayıs 2010 Pazartesi

.....

"Sevdiğini son defa gördüğünü bilmek mi daha zordur, O'nu son defa görememek mi??
O'nu elinle karanlığa teslim etmek mi daha korkunçtur, O'nu oradan çekip çıkaramamak mı??
Kadere teslim olmak teselli midir yoksa kadere başkaldırmak mıdır çare??!!"

9 Nisan 2010 Cuma

Nergis..

"Ne kadar benziyorsunuz" dedi hiç tanımadığım biri.. "Akraba sandım sizi.." Sahi, benziyor muyduk ki?? O'nunla tanışmadan çok daha önce de onu tanıyormuşum gibi hissetmem, gözlerindeki ırmağa baktığımda kendimi bulmam bu yüzden olabilir miydi??

Can Dündar'ın yazısı geldi aklıma.. "Her aşkta kendimizi ararız, o yüzden bulduklarımız benzerlerimizdir" der ve devam eder:

"Fotoğraflarını yan yana koyun sevdiklerinizin ve dikkatle bakın yüzlerine, onların suretlerinden kendi yüzünüz bakacaktır size.. Sevgilinizin gözlerindeki dolunay, sizdeki ışığın yansımasıdır aslında; dilindeki sizin ilhamınız, tenindeki sizin ısınız.. Çünkü 'aşk' narsizmdir"

Sonra düşündüm.. Sadece fiziksel özelliklerimiz değil, karakterlerimiz de benzemiyor mu?? Bunu kendimize itiraf etmemiz zorsa da ikimiz de farkında değil miyiz hayatlarımız ve bize öğretilenler ne kadar farklı olursa olsun aslında birbirimize ne kadar benzediğimizin?? Tüm sorun tam da burdan başlamıyor mu?? Tam da bu yüzden değil mi ikimizin de içindeki "Bizi bize bıraksalar çok mutlu olabilirdik" kuşkusu..

"gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır
ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir.."

Şimdi bağışlayabilir miyim gözlerini/ gözlerimi?? Bağışlayabilir miyiz birbirimizi/ kendimizi?? Ben O'nu bağışlasam bile, O bağışlayabilecek mi kendini??..

3 Nisan 2010 Cumartesi

Annesinin Oğlu..

Kimi erkekler "annesinin oğlu" ve hep öyle kalıyor. Kaç yaşına gelirlerse gelsinler onlar annelerine olan düşkünlüklerini ruhlarında kalıcı bir dövme gibi taşıyor. Büyüyüp üniversiteden mezun olduklarında, iş dünyasına atıldıklarında, hatta evlenip yuva kurduklarında bile durum değişmiyor. Hayatlarının rotasını belirleyen pusula anneleri olmaya devam ediyor. Kimi anneler de "oğlunun annesi" ve hep öyle kalıyor. Müthiş bir düşkünlük, titizlik, korumacılık.... Yaşlandıkça durum değişmiyor, tam tersine pekişiyor. Oğlunun mesleğindeki ilerlemelerini, kimlerle rekabet halinde olduğunu, sevenlerini ve sevmeyenlerini ayrıntılarıyla biliyor anne, gözü hep üzerinde.

Bakıyorum etrafıma, seyrediyorum alemi. Genç kızlığında hayal ettiği dünyayı bulamayan veya yetenekleri doğrultusunda yaşayamadığını sanan; kendi evliliğinde içten içe mutsuz olan ya da senelerce çevresiyle sorunlar yaşayan; velhasıl bir türlü kendini tam olarak geliştiremeyen, potansiyelini açığa çıkaramayan nice anne varını yoğunu oğluna, oğullarına adıyor. Tutkuyla, sabırla, kararlılıkla.... Bunca duygusal enerji, bu kadar beklenti oğlan çocuklarının üzerine odaklanıyor. Sonra o çocuklar büyüyor ve kendi mutsuzluklarını yaşıyor, yaşatıyor....

Kimi edebiyat tarihçileri bugün Oscar Wilde'ın sıradışı hayatını incelerken, "annesi tarafından yanlış yetiştirildiği" sonucunu çıkarıyor. Son derece ilginç bir kişilikti Lady Wilde. Dönemin kadın hareketinde önemli rol oynayan ateşli bir feminist olmasına rağmen kendi kocasının aldatmalarına ses çıkarmayan bu kadın aslında hep bir kız çocuğu olsun istedi. Olmayınca, oğlu Oscar'ı kız çocuğu gibi giydirdi, fırfırlı elbiseler, kurdelalar, şapkalar içinde. Kimilerine göre, annesi böyle bir yol seçmemiş olsaydı Oscar Wilde ne bu kadar rüküş olurdu, ne de gay. Ne böyle şatafatlı giyinirdi, ne de böyle sakıncalı temalar hakkında yazılar yazardı.

Dünya edebiyatının büyük ismi Proust, yetişkin bir erkekken bile annesinin oğluydu. Ömrü boyunca annesinin görüş alanından çıkmamaya, onun onayladığı biçimde hareket etmeye özen gösterdi. Annesinden ayrı kaldığı nadir zamanlarda ayrıntılı mektuplar yazdı, rapor sunar gibi. Öyle ki beslenme biçiminden tuvalete çıkma alışkanlıklarına kadar her şeyi yazdı. Mektuplarda verilen tüm bilgiler bir davetti aynı zamanda: Marcel Proust annesini hayatına daha fazla müdahale etmeye davet etti. Annesinin de söz konusu davete icap etmediği olmadı hiç.

Daha nice örnek var böyle. Thomas Hardy temel eğitimini ve edebiyat zevklerini annesinden aldı. Babasını erken yaşta kaybeden Herman Melville'in zevkleri ve kişiliği, tıpkı diğer sekiz kardeşininkiler gibi, büyük oranda annesi tarafından şekillendirildi.

Dedim ya, kimilerimiz "annelerinin oğlu" ve hep öyle kalıyor. Kaç yaşına varmış, mesleğinde ne kadar yükselmiş, neler başarmış hiçbir önemi yok. Koskoca şirketleri yönetip gene anneleri tarafından yöneltilen işadamları, edebiyatta şaheserler yaratıp sonra da annelerine çocuk gibi mektup yazan erkek romancılar, siyasette tozu dumana kattıkları halde annelerinin yanında kuzu kesilen erkek politikacılar var. Onların alınlarında, el yazısından şık ve görünmez harflerle yazıyor: Annesinin oğlu

Ve işte en büyük zorlukları bu tür erkeklere aşık olan, onlarla bir hayat kurmaya çalışan kadınlar yaşıyor. Bir kadın için en zor şey "annesinin oğlu" olan bir erkeği sevmek....

ELİF ŞAFAK

19 Mart 2010 Cuma

Mucize..


Yol kenarındaki çingeneye rastladım dün.. Hiç değişmemiş biliyor musun?? Değişen o kadar çok şey varken o aynı o günkü gibi.. Senin arabandaydım bana o gülleri aldığın gün(dört kırmızı,bir mavi) dünse kendi arabamda.. Artık bir arabam var evet, senin yanımdaki koltukta belki de hiçbir zaman oturamayacağın bir arabam.. Oysa ne çok isterdim bunu.. Biliyorum dalga geçerdin, kızdırıp dururdun beni sürekli ama olsun..

Aslına bakarsan ben zaten nereye gitsem seni de yanımda götürüyorum.. O gün gittiğimiz çay bahçesine gittim geçenlerde.. Yakamoz'du ya adı, o da değişmiş.. Düşünüyorum da aylardan nisan olmasına rağmen ne soğuktu o gün.. Artık üşümem için havanın soğuk olmasına gerek yok.. Sıcak havalarda bile titrediğim oluyor bazen.. Seni düşününce de içim ısınmıyor kaç zamandır..

Denize yakın bir masaya oturdum yine, tıpkı o günkü gibi.. Seyredaldım sonra denizi.. Şairin dizeleri geldi aklıma, hani diyor ya: "Sensiz de denizi seyredebiliyorum/ Hem dalgaların dili seninkinden açık/ Ne kadar hatırlatsan kendini boş/ Sensiz de seni sevebiliyorum.." Gözlerimden süzülen yaşları çok sonra farkettim sanırım.. Bu aralar böyleyim, olur olmaz ağlayıveriyorum.. Seni ilk gördüğüm yerde hiçbir şey söylemeden boynuna atlayıp avaz avaz ağlamak geçiyor içimden bazen.. Sen hiçbir şey sorma istiyorum, hiçbir şey söyleme.. Susalım birlikte.. "Seninle susmak istiyorum" çoğu insana çok saçma bir cümle gelebilir, çünkü çok az insan sevdiği kişinin omzundan denizi seyrederken hiçbir şey konuşmamanın verdiği huzura erebilmiştir..

Huzur.. En garibi de bu biliyor musun, onca huzursuzluğun, ne yapacağını bilememenin ve kararsızlığın içindeyken bile seninle ne kadar da huzurluymuşum.. Gelen huzursuz bir telefonla her şeyi bırakıp kalkmak zorunda kalmıştık mesela, üstelik tostlarımızdan birer ısırık alabilmişken daha.. Yol boyu özür üstüne özür dilemiştin benden, aslına bakarsan tam olarak ne dediğini bile hatırlamıyorum çünkü o an bir mucize olsun diye dua etmekle meşguldüm.. İşin ilginci olmuştu da..

Ve ben dün, deniz kenarındaki o masada, tek başına, tam da geçmişte yaşananları düşündüğüm o anda, yine avuç açtım Allah'a: "NE OLURSUN, BİR MUCİZE DAHA.."

11 Mart 2010 Perşembe

Sorgu..

"Seni gördükçe aldığım kararı sorguluyorum" dedi adam.. Kız, adamın neyi sorguladığını sorgulamadı o an.. Yorulmuştu çünkü artık O'nu anlamlandırmaya çalışmaktan..

Anlamsızdı adam.. Ağzından çıkan cümlelerde mantık aramaya çoktan son vermişti kız.. İşin ilginci adamın o cümleleri dünyanın en mantıklı tezini savunurcasına kuruyor olmasıydı.. Esas sorun da buydu ya zaten: adamın 'kuruyor' olması..

Bazen O'nunla yaşadıklarının bir kurgu olduğuna inanıyordu kız.. Adam en başından en sonunu biliyordu, değil bir adım sonrasını belki de on adım sonrasını bile hesaplamıştı.. O'na çok sinirlendiği zamanlarda bazen böyle düşünse de her şeye rağmen inanmak istiyordu adama.. Bir yanı tüm olanlara rağmen bir çocuk saffetiyle inanıyordu da.. Peki ya öbür yanı? Öbür yanı "inanma" diyordu durmadan.. O yalan söyledi sana.. Hem sana verdiği sözlere sadık kaldı mı ki?? Niye inanasın O'na?! Saçmalama!!
Elindeki tahlil sonuçlarına bakarken bunları geçiriverdi kız aklından ışık hızıyla ve sonra kendi kendine dedi ki: "Kim bilir belki de bu sonuçları öğrense rahatlar.. Ölürsem bir daha karşısına çıkma ihtimalim olmaz çünkü.. Sonra kalan sağlar huzur bulur.."

Saçmaydı düşündükleri, belki de değildi.. Sorgulamadı içinden bir anda geçen bu cümleleri..Bir sene öncesine gitti sonra.. Bir sene önce yine tam bu zamanlarda internette vermişti O'na hastalık haberini.. İstanbul'a geldiğinde ilk işi kıza ulaşmak olmuştu adamın.. (Bu sözünü tutmuştu adam, hakkını teslim etmek lazım) Sonra o sancılı süreç boyunca hep aramıştı, sormuştu, yanında olmuştu.. Hatta ailesiyle bile tanıştırmıştı kızı.. Kız o günü hatırlayınca bir tebessüm kapladı dudaklarını.. Güzeldi diye düşündü.. Sonra kızın endişelenilecek bir durumu kalmayınca kaybolmuştu adam, kızı nasıl bir acıya düşürdüğüne hiç aldırmadan.. Adamın bunları vicdanı için mi yoksa kızı sevdiği için mi yaptığını sorguladı kız.. Cevabını bulamadı..
Şimdi O'na söylemeli miydi? Söylerse aynı hikayeyi yeni baştan yaşayacaktı muhtemelen.. Bir yandan da ihtiyacını hissettiği, yaslanmak istediği tek omuz adamınkiydi.. Kendine öfkelendi kız.. Hatta sövdü durdu, elinden gelse işe yarayacağını bilse döverdi de kendini.. Neden hala sevindiğinde ilk O'nunla paylaşmak istiyordu hissettiklerini, neden üzüldüğünde yanında olmasını istediği kişi O'ydu da bir başkası değildi??!! Kararını verdi, "Bilmeyecek" dedi..
Sorguluyordu kız.. Adam onu görmese hayatına aldığı kararı sorgulamadan huzurlu bir şekilde devam edecekti, öyle demişti.. Anlamıyordu.. Çünkü kız O'nu görmese de koruyordu adam kızın kalbindeki ve fikrindeki yerini.. Kız adamın yerinde olsaydı O'nu görmese de sorgulardı aldığı kararı.. Demek ki, diye düşündü "BENİ HİÇ SEVMEDİ" Çocuk yanı üzülüp ağladı bu karara bir süre ve burnunu çekip sordu ötekine "SAHİDEN, HİÇ Mİ?!"

8 Mart 2010 Pazartesi

Beni Bırakma..

Lisedeyken okuduğum ve beğendiğim kısımlarının altını çizdiğim (ki ben her kitabımda mutlaka bu ritüeli uygularım) bir kitaba gitti elim.. Herkesin okuduğunda "hissettiklerimi kaleme alsam bunun hemen hemen aynısı olurdu" dediği yazılar vardır mutlaka.. İşte ben de Kristal Denizaltı'da altını çizdiğim satırlarda bunu hissettim.. "Aynen öyle" dedim kendime.. Aynen böyle:

"Sen, belki de bu mektubu aslında sana yazdığımı hiç bilmeden okuyacaksın..

Elimin uzanamadığı yerlere kelimelerimle sokulmaya çalışmamın, kırılgan harflerden kurulmuş görünmez bir köprüden sana doğru yürürken düşmekten böylesine korkmamın, sana tek bir bakışla anlatabileceğime inandığım ve birçoğunun belki bir ismi bile olmayan birçok duygunun her birine isimler bulmaya uğraşmamın beni nasıl yaralayıp yorduğunu bilmeyeceksin..

İlerde bir gün bana çok karmaşık ve anlaşılmaz gözükecek olsalar da şu anda bana kendime saplamak için elimde tuttuğum çelik bir bıçak gibi sade ve içmeye hazırlandığım zehirli bir su gibi berrak gözüken duygularımın keskin ve yakıcı tadını, onların üstünü örten sözcüklerin altından çıkarıp çıkarmamakta duyduğum kararsızlığı da herhalde sana hiç anlatamayacağım..

Halbuki bütün korkunçluğu sadeliğinde gizli olan duygularım o kadar açık ki..

Yalnızım....

Kendimi yalnız hissediyorum ki bu yalnızlıktan da kötü..

Benim yalnızlığımı ve kendimi yalnız hissetmemin yalnızlıktan da kötü olduğunu anlayacak senden başka kimse yok..

Ve sen de yoksun..

Belki de hiç olmayacaksın..

Sözcüklerden oluşturmaya çalıştığım bir köprüden sana ulaşmaya çalışacağım..

Ve biliyor musun, sen bütün bunları okurken ben yazdıklarımı şakacı gülüşlerimle reddeceğim..

Beni bir gün görürsen, gördüğünün bu satırları sana yazan olduğuna inanmayacaksın..

Duyduğum aşkı, özlemi ve bunları duymaktan duyduğum korkuyu güvenli bir duruşun ardına saklayacağım..

Yüzümde satırlarımdan bir iz aradığında, onlar orda olmayacak..

Sana nasıl yalvardığımı hiç işitmeyeceksin, sıradan bir 'nasılsın' sözcüğü saklayacak o yalvarışı..

Ama bütün bunlar; bu sahte kibir, bu şakacı gülüş, bu sıradan 'nasılsın' sözü, bu güvenli duruş içimdeki sesi dindirmeyecek..

Bütün bunlara hiç aldırmadan bana sarılmanı bekleyeceğim..

Bazen benden babandan korktuğun gibi korktuğunu, bazen beni çocuğunu okşar gibi okşadığını görmek isteyeceğim..

Aralarında dolaştığım kalabalıklar içinde benim yalnızlığımı gören ve kendimi yalnız hissetmemin yalnızlıktan da kötü olduğunu sezen bir tek sen varsın..

O kadar sade ki duygularım..

Kırılgan bir köprüden sana doğru yürüyorum..

Sana ulaşamazsam, sesim ve kelimelerim sana değmezse ve sen bana bir daha dokunamazsan, işte o zaman, korkarım sonsuz ve sensiz bir boşluğa yapayalnız düşeceğim..

Beni tut, her şeye rağmen tut.."

7 Mart 2010 Pazar

Neden-Sonuç :))

Günlük tutardım eskiden.. Günlük dediysem öyle yazın öğretmenlerin verdiği ödev için -muhtemelen tatilin bitimine birkaç gün kala bitirilmeye uğraşılan- "bugün kalktım, elimi yüzümü yıkadım..." gibi değil.. Yaşadığım, beni derinden etkileyen olayları el ayak çekilince yazardım günlüğüme.. Kimi zaman yüzümde tebessümle kimi zamansa yanağımdan süzülen yaşlarla kaleme alırdım yaşadıklarımı.. Ne vakit vazgeçtim günlük yazmaktan, ne vakit küstüm o sadık dostuma bilmiyorum.. Sanırım büyük bir mutluluktan sonsuz bir kedere düştüğümü hissettiğimde bunu görmezden gelmek için, yaşadıklarımı yaşanmamış kabul etmek içindi.. Görmezden gelince yok oldu mu, olmadı tabi.. Tek bildiğim o gün bugündür kalemi elime almadığım-arada bir yazdığım şiirleri saymazsak-

Şimdi neden yazıyorum peki? Hani yeni yıla girerken astrologlar her burcun aşk, para, sağlık ve iş başlıkları altında yılının nasıl geçeceğine dair yorumlar yaparlar.. Biz garibanlar da "Bu yıl işler pek yolunda gitmeyecekmiş ama hayatımın aşkını bulacakmışım" gibi saçmalıklara inanıp(inanmak isteyip) avunuruz.. Şu an hayatıma bakıyorum da o başlıkların hiçbirinden hayır yok bana.. Birinden birine sarılıyor olabilsem "İşim gücüm aşkım ve param olmayabilir ama en azından sağlığım yerinde çok şükür" diyebilsem belki de bu satırları yazmaya lüzum görmeyecektim yine.. Sığınacaktım "Bir gün ben de mutlu olacağım, çektiklerimin bir karşılığı olmalı bu hayatta mutlaka" türünden hayallere.. Ama sığınamıyorum ve bu yüzden yazıyorum.. Ruh halimi yansıttıkça, yazdıkça rahatlarım ümidiyle..