13 Mayıs 2015 Çarşamba

İyi Geceler Baba.. (Bir Mektubun Düşündürdükleri)


"Canım kızım, okula başladığın ilk gün yanında olamadığım için çok üzgünüm. Bil ki seni güzel okullarda okutabilmek için senden ayrıyım bugün..."

Böyle yazmıştı babam bana gönderdiği ilk mektupta. Beş yaşındaydım o çalışmak için yabancı bir ülkeye gittiğinde ve ilkokul bitene kadar babasını altı ayda bir görebilen bir çocuktum. Kimse bana güzel bir okulda okumayı mı yoksa babamın yanımda olmasını mı tercih ettiğimi sormamıştı. Kızgın ve kırgındım. Hayata, para kazanma zorunluluğuna ve en çok babama..

İlk ayrılıktan sonra o ilk kavuşma vakti geldiğinde evi balonlarla süsleyip kapının girişine "Hoş geldin baba" yazmıştık kardeşimle birlikte. Babam kapıdan girdiğindeyse ikimiz birden olduğumuz yerde çakılı kalmıştık. Ne yapmalıydık? Büyük ihtimalle görür görmez boynuna atlamamızı hayal eden babam, biz öyle geride durunca "Ben geldim." demişti "Babanız.." Gözlerini bizden kaçırarak lavaboya doğru giderken anneme fısıldadığını duymuştum: "Beni unutmuşlar Nilgün.."

Sırf babamızı unutmayalım, gördüğümüzde yabancılamayalım diye bir oyun uydurmuştu annem kendince. "İyi geceler baba" diyorduk uyumadan önce her gece.. Yanımızda olmayan bir babaya iyi geceler öpücüğü bile gönderiyorduk.. Yanınızda olmayan bir babaya iyi geceler dileyip öpücük göndermediyseniz bu hissiyatı anlamanız elbette biraz güç..

Soma'daki bir çocuğun, ona bir gelecek sağlayabilmek için maden ocağında çalışan babasına yazdığı mektubu okuyunca bunları hatırladım bugün. Yanında olmayan ve bir daha asla göremeyeceği bir babaya "Yeni köpeğim Tarçın'ı çok seveceğini umuyorum." diyor ve ekliyor "Seni çok seviyorum, iyi ki varsın babacığım." Babası hiç gitmemiş gibi, hep varmış gibi, onu duyuyormuş gibi, onu görüyormuş gibi yapıyor ama biliyor ki o baba orada yok ve onu duymuyor, görmüyor..

O da benim gibi babasının yüzünü unutmaktan korkuyor mudur bilmem. Küçük bir çocuğun kalbinden ne kadar kocaman duygular geçebileceğini çoğu zaman tahmin edemeyiz.. Sadece "mış gibi yapma" oyununu bırakıp kendiyle baş başa kaldığında ne kadar acı çektiğini düşünebiliriz.

Çektiğin acılar için senden tüm büyüklerin adına özür dilerim çocuk.. Maalesef "para"ya "insan"dan daha çok değer verilen bir sistemin içindeyiz.. Dilerim sen büyüyene kadar"insan"a hak ettiği değeri veren bir dünyamız olur.

Cansu..



9 Mayıs 2015 Cumartesi

Anneler Günü'ne Dair..




Anneler Günü'ne dair hatırladığım ilk anım, anaokuluna ait. Bir arkadaşımız, trafik kazasında annesini kaybetmişti o yıl. Ben de okulda annemiz için yaptığımız kartı ondan saklamaya çalışmıştım. 

Eve geldiğimde kırışık buruşuk bir Anneler Günü kartı uzatışıma hiç içerlememişti annem. Bilirsiniz, anneler "madde"yi değil "mana"yı önemserler çünkü.. Ama ben yine de açıklama gereği duymuştum. Arkadaşımın annesi olmadığı için ona kart hazırlamaktan utandığımı, o üzülmesin diye kartı katlayıp avuçlarımın arasına sakladığımı anlattığımda annem: "Cansuyum, sen bana çok daha büyük bir hediye verdin." demişti. 

Şimdi dönüp baktığımda, annemin bana öğrettiği en önemli değerlerden biri "empati kurmak"tı sanırım. Belki de bu yüzden empati kuramayan insanları hâlâ anlayamam, onlara çokça kırılırım. Ve her Anneler Günü'nde o arkadaşımın ve onunla aynı kaderi paylaşan diğer insanların neler hissetmekte olduğunu düşünüp duygulanırım. 

Cansu..


13 Haziran 2014 Cuma

Baba Evinde Son Gece..

Bir insanın hüzün, sevinç, heyecan ve gerginliği aynı anda yaşadığı kaç an vardır hayatında bilemiyorum. Ama şu an bir yandan evin içinde salsa yaparak dolaşasım var, diğer yandan oturup hıçkıra hıçkıra ağlamak yükseliyor içimden. Zaten kaç zamandır Japon anime karakterleri gibi başımın üstünde bir bulut, gözümde bir damla ile geziyorum değerli okuyucum bir bilsen..

Yeni bir hayat, kulağa hoş geldiği kadar ürkütücü de aslında.. Seni bekleyen "yeni"nin umduğun kadar "iyi" olacağının garantisi yok çünkü.. Hoş, bu hayatta neyin garantisi var ki?

Yaklaşık yirmi senedir aynı evdeyim ben. Çocukluğum da bu odada geçti, ilk gençliğim de.. Sevinçten bağıra çağıra şarkı söylediğimi de işitti duvarlarım, yorganı başıma çekip ağladığım anları da.. Hani derler ya "Bir dili olsa.."

"Evde yaptığım son kahvaltı" diye başladık güne.. Öyle bir psikoloji ki bu, sanki her şeyi son defa ailenle birlikte yapıyormuşsun gibi.. Oysa biliyorum, değişmeyecek o kadar çok şey var ki:

"Ayağına terlik giy!" diye uyaracak yine beni annem "Sonra sancılanıyorsun!" 
"Canokız, yoksa kahve mi yapacaksın?" diyerek yorgunluktan ölsem bile mutfağa gitmemi sağlayacak babam.
Bütün esprilerini benim üzerimden yaparak eğlenme huyunu devam ettirecek kardeşim. Ah Cevcüt'üm!
"Hava çok soğuk, üzerine bir şey aldın mı?" diye telefon edecek anneannem. 
Yine beş çayı içeceğiz halamla, bir tek onunlayken şekerli içtiğim çayımın yanında mutlaka bir özlü sözü olacak duruma dair: "Amaann Cansuu! Eşeğin hatrı yoksa sahibinin var, de geç kızım.."
Ne zaman ihtiyacım olsa biliyorum ki dayım hep kapımda olacak.
Büyük dayım "Gel kız buraya!" diyip yanaklarımı mıncıracak..
Teyzem bir psikolog edasıyla öğütlerde bulunacak..

Ve bu liste böyle uzayıp dallanıp budaklanacak.. Ama benim ayrı bir evim, ayrı bir hayatım olacak.. Ve sevdiğim adamla olduğum sürece aslında biliyorum ki her şey güzel olacak! 

Yine de baba evini bırakıp gitmek zor, çok zor olacak..

Cansu..




4 Şubat 2014 Salı

Çoktandır yabancı bir cismin kalbime sürtünmekte olduğunu biliyorum..

"Yine de biri çıksa, nasılsın dese 
Alışkanlıkla iyiyim diyeceğim
Kederli olduğum da söylenemez zaten
Buna sebep de yok çünkü
Ne taze bir ölüye sahibim
Ne felaket geçirenlerim var
Dedim ya oturuyorum öylece
İyi ki etrafımda kalbimi tanıyanlar yok.."

Bazen, özellikle de ruh halinizi tam olarak ifade edemediğiniz anlarda, bir şiir tercüman olur duygularınıza.. Cahit Zarifoğlu, işte tam da böyle bir anda koştu yardımıma.. 


Kederli olduğum söylenemez ama bir süredir devam etmekte gözlerimdeki "parçalı bulutluluk" vaziyeti .. Bir çağrışımdan diğerine atlatıp duruyor beynimin söz geçiremediğim yanı.. Buna "bilinçaltı" mı deniyordu ki?


Çoğu kişi tarafından "bilinçaltı" olarak adlandırılan bu dehliz, insanlara "Dur sana bir de ansızın şunu hatırlatayım da gör!" demek için yaratılmış sanki.. Mesela ben bu şiiri paylaştım ya, paylaşmaya başladığımda düşündüklerimden çok daha farklı yerlere gittim şimdi.. 


Beni ve kalbimi tanımayanların arasında kendimi daha huzurlu hissettiğim bir zamandı.. İstanbul'a uzak, huzurlu ve sakin bir adada, kimsenin ruh halimi sorgulamadığı bir iklimi yaşıyordum.. Mutlu muydum bilmiyorum.. Mutluluk ya da mutsuzluktan öte hissettiğim şey "boşluk"tu sanırım.. Evet, kelimenin tam anlamıyla koca bir boşluk.. Öyle bir boşluktu ki bu, sabahtan akşama bir bankta oturup denizi seyrederek doldurmaya çalışıyordum içimi.. Denizin mavisiyle rüzgarın esintisi fena da gelmiyordu bu boşluğa hani..


Dedim ya, kalbimi tanımayanların olduğu bir yerdeydim.. Kalbimi tanıyanlarınsa ağlamamı, isyan etmemi beklediği bir dönemdi.. Bense gülümseyerek geçiştirmiştim olanı biteni.. Ve bu durum onları daha da endişelendirmişti.. İtiraf etmek gerekirse ben bile beğenmiyordum kendi halimi..


Bir gün yine o boşluğu mavinin bin bir tonuyla doldurmaya çalışırken yanıma bir kadın oturuverdi.. Tanımadığım insanlarla sohbet etmekten pek haz etmesem de biriyle havadan sudan konuşmak iyi gelmişti.. Sonra birden ne olduğunu anlamadan ağlamaya başladı kadın.. "Kardeşim" diyordu "geçen sene bu zamanlarda intihar etti.." Hem ağlıyor hem anlatıyordu.. Ve biliyordum ki hayat bana "Ne acılar var bak!" diyordu.. "Seninki de bir şey mi?"


Ne acılar var biliyorum.. Yine de laftan anlamıyor insanın kalbi..

Cansu..

11 Ekim 2013 Cuma

Düğün ve Cenaze


Gündüzleri bir şekilde idare ediyor da insan, gece olunca yüreğe biniveriyor yükler.. Karanlık, saklamak istediklerimizi su yüzüne çıkarmada usta sanki.. Ne garip değil mi? Oysa her şeyin üstünü örten gece hislerin de üstünü örtebilmeliydi bence..

Heyecan ve sevinç duymaktan utandığım bir dönemdeyim.. Sevdiğim insanların acılarını en derinde hissedebilmek gibi üstün bir yeteneğim var çünkü benim.. Ve onlara nasıl davranması gerektiğini hiç öğrenemeyen bir acemiyim.. Ne yazık ki şu "teselli etme" işini hayatımın hiçbir döneminde beceremedim. 

Kendim acı çekerken daha bir rahatım sanki.. Acıyı yok saymak ya da dibine kadar yaşamak benim elimde sonuçta.. Ama söz konusu başkasının acısı olunca ne yapacağımı şaşırıyorum. Oturup onunla ağlasam? Sarılsam mı acaba? Konuyu açsam mı yoksa başka konulardan bahsederek kafasını dağıtmasını mı sağlasam? Böyle binlerce soru dönüyor beynimde.. Eskaza gülerken göz göze geliversem bir eziklik, bir suçluluk duygusu içimde..

Acılar biraz da her şeyin boş olduğunu anlatmak için var belki de.. Önceliğin "insan" olduğunu, saçma şeyler için kendimizi veya birbirimizi hırpalamanın gereksiz olduğunu yüzümüze vurmak için var.. Ama her ders gibi bu da anlayana..

Vicdani değerlerin herkes için diğer tüm unsurlardan daha değerli olduğu bir dünyada yaşamak isterdim oysa.. Keşke "insan"ı ve "insana ait duyguları" önemseyenlerin üzerinde "Dikkat, kırılır!" gibi bir ibare yazsa da sapla saman birbirine karışmasa..

Cansu..


2 Mart 2013 Cumartesi

Kelebeğin Rüyası..

"Aşklar var unutulmamak için
Boğulmak için ilk sevgili.."


Filmle ilgili yazsam mı yazmasam mı, hangi kelimeleri seçsem de yazsam, yanlış anlaşılır mıyım yoksa doğru anlaşılmaktan mı korkuyorum gibi sorularla içimde hesaplaştıktan sonra hesapsızca yazmaya karar verdim bu satırları.. Kendi kendini geliştirecek bir yazının girişinden merhaba :)

"Unutmak mümkün değil ama hatırlamamak mümkün.." Filmin beni en çok etkileyen cümlesiydi sanırım.. Harika onca şiirden, onca diyalogdan en çok etkileyeni buydu evet! Çünkü o an, hatırlanmamak üzere programlanmış ve bilerek bilinçaltıma itilmiş anılar canlandı..

Şiir yazardım ben eskiden.. Şimdi neden yazmıyorsun derseniz, hissiyatla ilgili derim ama sandığınızdan farklı.. Kimseyi kimseden çok sevmek değil nedeni.. Şiiri yazdıran biraz da acıdır, şiir yazan herkes bunu bilir ve belki de bu yüzden acı çekmekten biraz hoşlanır.. Özetle, dünyanın en kahrolası aşkına sahipseniz aynı zamanda dünyanın en güzel şiirlerini yazma potansiyeliniz var demektir..

Dünyanın en büyük aşkını değil ama en büyük acılarından birini yaşadığımı zannettiğim, bana hastalık olarak geri dönecek bir sürecin başından sonuna onlarca şiir yazmıştım.. Hepsini özene bezene yazıp o acılarımın sahibine verdiydim hatta bir gün "Bunlar benim değil, sana ait." diyerek.. Vedalaşırken de kelebekli bir kartın üzerine ona yazdığım veda şiirini karalayıp ceketinin cebine atıvermiştim.. Cebindeki fazlalığı umduğumdan erken fark etmiş ama yanımda okumamıştı şiiri..

İçimden geldi.. Belki de ilk ve son kez şiirlerimden birini sizlerle paylaşma vakti:

"Pamuk şeker tadındaydı seni sevmek
Diğer bir yanı zehir zemberek

Yağmur sonrası toprak kokusu
Ya da çimlerin yeni biçilmiş hâli
Küçük bir kızın salıncakta sallanırkenki
Heyecanıydı seni sevmek
Bir yanda uçmak mutluluğu
Öte yanda düşmek

Seni sevmek gözlerimi açmaktı
Yeniden keşfetmekti her duyguyu
Ve gözlerimi sımsıkı yummaktı
Rüya için sürdürme çabasıydı uykuyu

Gülün üzerindeki çiy tanesi gibi
Masum bir şeydi seni sevmek
Ta ki bir gün bir el gelip

Gülü koparana, çiyi düşürene dek.."

Ne diyordum.. Acıdır yazdıran biraz da şiiri.. Ve ben mutluluklarımla mutluyum inan ki!

Cansu Ertem..

22 Aralık 2012 Cumartesi

Günebakan Düşlerimiz Yağmur Sesiyle Çoğalsın..



İnsan büyüdükçe hayalleri gerçekten küçülür mü bilmem; ama büyürken daha basit şeylerle mutlu olmayı öğrendiğimiz kesin!

Küçükken hayalini kurduğumuz onca şeyin peşinden koşarken eksiliyoruz.. Biz eksilirken hayallerimizin ters orantılı bir biçimde artmasını beklemek de eşyanın tabiatına aykırı olur elbette! Belki de bu yüzden, hayallerimiz daha elle tutulur, daha somut, daha küçük şeylere dönüşüveriyor büyüdükçe.. 

Sırf hayal kırıklığı yaşamamak için kendimizi en kötüsüne hazırlamaya başlamayı öğreniyoruz bir süre sonra.. Öyle ya, beklentin ne kadar küçükse hayal kırıklığın da o kadar küçük olur gerçekleşmediğinde..

Gidip küçük bir kıza hayallerinin erkeğini sorun mesela.. Binlerce özellik sayıverecektir size bir çırpıda! Sonra bir de gidip yirmi beş- otuz yaşlarında bir kadına sorun hayallerinin erkeğini.. Emin olun bir elin parmaklarını geçmeyecektir saydığı özellikleri.. 

Dedim ya.. Gerçeklerle yüzleştiğin gün sayısı arttıkça hayat azaltır beklentilerini!

Hayatımın bir döneminde öğrendiğimi zannettiğim en önemli şey, bu hayattan hiçbir şey beklememekti! Hiçbir şey beklememenin verdiği hafifliği ve o ürkütücü boşluğu ancak yaşayan bilir.. Sanki başka birinin yaşantısına uzaktan bakıyor gibisindir! Gelip geçen günlerin, gelecek olanın veya gidenin bir anlamı kalmadığında hissettiğin o boşluk tarif edilemez bir histir.. Ve ne garip bir tesadüftür ki, hayatım boyunca en çok hayalini kurduğum şey tam da böyle bir anda karşıma çıkıverdi!

Ben tesadüflere inanmam pek değerli okuyucu&izleyici! Benim için işaretler vardır hayatta.. Ve evet tahmin edebileceğiniz gibi, bir işaret olarak kabul ettim o anda "gelen"i.. Anladım, hayattan her ne olursa olsun bir şeyler beklemek gerektiğini.. Hayata dair hayallerinin olmasının önemini.. Ve fark ettim ki, doğru hayallerin peşinden koşmaya başladığında tıpkı güneşe doğru dönen o güzelim çiçekler gibi gülümsetiyor yaşam seni!

Demem o ki: Yeni yıl gelmeden, daha önce kurduğunuz ve de gerçekleşmeyen hayalleri şöyle bir gözden geçirin.. Kim bilir belki de olmamasındaki ısrar, tamamen sizin iyiliğiniz içindir!

Dilerim yeni yıl, hepimize peşinden koşmaya değer hayaller ve bu hayallerin gerçekleştiği günler getirir!

Cansu..