9 Nisan 2010 Cuma

Nergis..

"Ne kadar benziyorsunuz" dedi hiç tanımadığım biri.. "Akraba sandım sizi.." Sahi, benziyor muyduk ki?? O'nunla tanışmadan çok daha önce de onu tanıyormuşum gibi hissetmem, gözlerindeki ırmağa baktığımda kendimi bulmam bu yüzden olabilir miydi??

Can Dündar'ın yazısı geldi aklıma.. "Her aşkta kendimizi ararız, o yüzden bulduklarımız benzerlerimizdir" der ve devam eder:

"Fotoğraflarını yan yana koyun sevdiklerinizin ve dikkatle bakın yüzlerine, onların suretlerinden kendi yüzünüz bakacaktır size.. Sevgilinizin gözlerindeki dolunay, sizdeki ışığın yansımasıdır aslında; dilindeki sizin ilhamınız, tenindeki sizin ısınız.. Çünkü 'aşk' narsizmdir"

Sonra düşündüm.. Sadece fiziksel özelliklerimiz değil, karakterlerimiz de benzemiyor mu?? Bunu kendimize itiraf etmemiz zorsa da ikimiz de farkında değil miyiz hayatlarımız ve bize öğretilenler ne kadar farklı olursa olsun aslında birbirimize ne kadar benzediğimizin?? Tüm sorun tam da burdan başlamıyor mu?? Tam da bu yüzden değil mi ikimizin de içindeki "Bizi bize bıraksalar çok mutlu olabilirdik" kuşkusu..

"gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır
ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir.."

Şimdi bağışlayabilir miyim gözlerini/ gözlerimi?? Bağışlayabilir miyiz birbirimizi/ kendimizi?? Ben O'nu bağışlasam bile, O bağışlayabilecek mi kendini??..

3 Nisan 2010 Cumartesi

Annesinin Oğlu..

Kimi erkekler "annesinin oğlu" ve hep öyle kalıyor. Kaç yaşına gelirlerse gelsinler onlar annelerine olan düşkünlüklerini ruhlarında kalıcı bir dövme gibi taşıyor. Büyüyüp üniversiteden mezun olduklarında, iş dünyasına atıldıklarında, hatta evlenip yuva kurduklarında bile durum değişmiyor. Hayatlarının rotasını belirleyen pusula anneleri olmaya devam ediyor. Kimi anneler de "oğlunun annesi" ve hep öyle kalıyor. Müthiş bir düşkünlük, titizlik, korumacılık.... Yaşlandıkça durum değişmiyor, tam tersine pekişiyor. Oğlunun mesleğindeki ilerlemelerini, kimlerle rekabet halinde olduğunu, sevenlerini ve sevmeyenlerini ayrıntılarıyla biliyor anne, gözü hep üzerinde.

Bakıyorum etrafıma, seyrediyorum alemi. Genç kızlığında hayal ettiği dünyayı bulamayan veya yetenekleri doğrultusunda yaşayamadığını sanan; kendi evliliğinde içten içe mutsuz olan ya da senelerce çevresiyle sorunlar yaşayan; velhasıl bir türlü kendini tam olarak geliştiremeyen, potansiyelini açığa çıkaramayan nice anne varını yoğunu oğluna, oğullarına adıyor. Tutkuyla, sabırla, kararlılıkla.... Bunca duygusal enerji, bu kadar beklenti oğlan çocuklarının üzerine odaklanıyor. Sonra o çocuklar büyüyor ve kendi mutsuzluklarını yaşıyor, yaşatıyor....

Kimi edebiyat tarihçileri bugün Oscar Wilde'ın sıradışı hayatını incelerken, "annesi tarafından yanlış yetiştirildiği" sonucunu çıkarıyor. Son derece ilginç bir kişilikti Lady Wilde. Dönemin kadın hareketinde önemli rol oynayan ateşli bir feminist olmasına rağmen kendi kocasının aldatmalarına ses çıkarmayan bu kadın aslında hep bir kız çocuğu olsun istedi. Olmayınca, oğlu Oscar'ı kız çocuğu gibi giydirdi, fırfırlı elbiseler, kurdelalar, şapkalar içinde. Kimilerine göre, annesi böyle bir yol seçmemiş olsaydı Oscar Wilde ne bu kadar rüküş olurdu, ne de gay. Ne böyle şatafatlı giyinirdi, ne de böyle sakıncalı temalar hakkında yazılar yazardı.

Dünya edebiyatının büyük ismi Proust, yetişkin bir erkekken bile annesinin oğluydu. Ömrü boyunca annesinin görüş alanından çıkmamaya, onun onayladığı biçimde hareket etmeye özen gösterdi. Annesinden ayrı kaldığı nadir zamanlarda ayrıntılı mektuplar yazdı, rapor sunar gibi. Öyle ki beslenme biçiminden tuvalete çıkma alışkanlıklarına kadar her şeyi yazdı. Mektuplarda verilen tüm bilgiler bir davetti aynı zamanda: Marcel Proust annesini hayatına daha fazla müdahale etmeye davet etti. Annesinin de söz konusu davete icap etmediği olmadı hiç.

Daha nice örnek var böyle. Thomas Hardy temel eğitimini ve edebiyat zevklerini annesinden aldı. Babasını erken yaşta kaybeden Herman Melville'in zevkleri ve kişiliği, tıpkı diğer sekiz kardeşininkiler gibi, büyük oranda annesi tarafından şekillendirildi.

Dedim ya, kimilerimiz "annelerinin oğlu" ve hep öyle kalıyor. Kaç yaşına varmış, mesleğinde ne kadar yükselmiş, neler başarmış hiçbir önemi yok. Koskoca şirketleri yönetip gene anneleri tarafından yöneltilen işadamları, edebiyatta şaheserler yaratıp sonra da annelerine çocuk gibi mektup yazan erkek romancılar, siyasette tozu dumana kattıkları halde annelerinin yanında kuzu kesilen erkek politikacılar var. Onların alınlarında, el yazısından şık ve görünmez harflerle yazıyor: Annesinin oğlu

Ve işte en büyük zorlukları bu tür erkeklere aşık olan, onlarla bir hayat kurmaya çalışan kadınlar yaşıyor. Bir kadın için en zor şey "annesinin oğlu" olan bir erkeği sevmek....

ELİF ŞAFAK